Bir ülkenin gelişmişliğinin ya da geri kalmışlığının temel göstergelerinden birinin çeşitli alanlardaki kazaların ya da hukuk diliyle; tedbirsizlik ve dikkatsizlikle veya olası kastla oluşan can ve mal kaybına sebep olan olayların niceliğiyle doğru orantılı olduğunu söylemek, sanırım bilimsel bir saptama değilse de sosyolojik bir veri olarak kabul edilebilir. Özellikle ülkemiz açısından böyle bir değerlendirme kabul görecektir.
Sürekli kar etmeye ve bunu çoğaltmaya odaklanmış bir sistem
olan kapitalizm, işçinin emeğinden alabildiğine ve en düşük maliyetle
yararlanmak istemektedir. Bunun için; ücretler en düşük düzeyde tutulmalı-
mümkünse - düşürülmeli, çalışma süresi uzatılmalı ve verilen iş
yoğunlaştırılmalı, işçinin ücret dışında kalan tüm giderleri ortadan
kaldırılmalı veya azaltılmalıdır. İşçi ise, durumlarını ve çalışma koşullarını
iyileştirme amacıyla buna karşıt olmak zorundadır.
Özellikle son on yıllık dönem içinde ülkemizde ekonomik
büyümenin öncül gücü rolünü üstlenen emek yoğun inşaat ve imalat sektörlerinde
elde edilen kârların, düşük ücretler, uzun çalışma saatleri ve işçi sağlığı ve
iş güvenliğinin yoksayıldığı çalışma koşulları pahasına gerçekleştiği bilinen
bir gerçektir. Böyle bir süreçte, işgüvenliği önlemlerinin, kârı düşüren bir
maliyet unsuru olarak görülmesi yanısıra insan yaşamına verilen değerin de bir
göstergesi olarak savsaklandığı gözlemlenmektedir. İşte bu anlayış bir yandan
“iş kazası”nı kadere indirgeyerek uhrevi bir rahatlama sağlarken öte yandan
kazanın mağdurları “kurban” edildikleriyle kalmaktadır.
Bugün çağdaş ülkelerde uygulanmakta olan iş güvenliği
hükümlerini işçi sınıfının ve örgütlü sendikal mücadelesinin tarihsel
kazanımlarından olduğunu, işverenin de iş güvenliğinden sorumlu hukuk öznesi
olduğunu unutmamak gerekir. Ancak uygulama ile normlar arasındaki çelişki
ve aykırılıklar, sendikaların ve konuya duyarlı diğer örgütlü kesimlerin
kararlılıkları ile giderilebilecektir.
Bu yazıda ülkemizde son yıllarda gözle görünür biçimde artan
ve güncelliğini korumakta olan iş kazalarından yola çıkarak bunları ceza
hukuku yönünden ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve yaşam hakkı
kapsamında irdelemek istiyorum.
Ceza Hukuku Yönünden
Öncelikle ceza sorumluluğunun ilkelerinden olan “kast ve
taksir” kavramlarını tanımlayarak başlayalım. Suçun oluşması kastın varlığına
bağlıdır. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve
istenerek gerçekleştirilmesidir. Kişinin, suçun kanuni tanımındaki unsurların
gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiili/eylemi işlemesi/gerçekleştirmesi
halinde ise, olası kast vardır. (TCK Md. 21) Olası kastın varlığı
halinde, verilecek ceza yasada belirlenen şekilde indirilir.
Taksirle işlenen eylemler, kanunun açıkça belirttiği
hallerde cezalandırılır.
Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla,
bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen sonucu öngörülmeyerek
gerçekleştirilmesidir. Kişinin öngördüğü sonucu istememesine karşın, neticenin
meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli
suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır. Diğer önemli bir nokta
ise, taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre
belirlenir.(TCK m.22)
Yargısal uygulamaya baktığımızda, iş güvenliği, trafik
kurallarına aykırılık vb. oluşturan eylemlerle ilgili olarak, genellikle kaza nitelemesi
yapıldığı veya yasal tanımıyla dikkatsizlik ve özensizlikle işlenen
suç değerlendirmesi ile dava açıldığı görülmektedir. Bu tür yargılamalarda
klasik bir uygulamayla, mağdurun ve sanığın olayda kusurlarının bulunup
bulunmadığının belirlenmesi için davadan önce hazırlık soruşturması aşamasında
savcılık tarafından, yargılama aşamasında ise mahkemece, keşif ve bilirkişi
incelemesi yaptırılmak suretiyle sonuca gidilmektedir. Başka bir deyişle,
kolluğun olayın kovuşturmasına başladığı andan itibaren bu tür olaylar kaza olarak
değerlendirilip yargılamanın sonuna kadar aynı kapsamda sürdürülüp
sonuçlandırılmaktadır.
Gerçekte olayların tümünün bu çerçevede değerlendirilmesi mümkün değildir.
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu 30.06.2012 tarihli ve 28339
sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasada işverenin
hukuken yükümlülükleri belirtilmiştir. Ceza hukuku açısından ise, işveren;
işyerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınması ve düzenli biçimde
uygulanmasından sorumludur. Bu sorumluluk TCK m. 83 de açıklanmıştır. Kasten
öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi başlıklı bu yasa hükmü şöyledir:
“(1)Kişinin yükümlü olduğu belli bir icrai davranışı
gerçekleştirmemesi dolayısıyla meydana gelen ölüm neticesinden sorumlu
tutulabilmesi için, bu neticenin oluşumuna sebebiyet veren yükümlülük ihmalinin
icrai davranışa eşdeğer olması gerekir.
(2) İhmali ve icrai davranışın eşdeğer kabul edilebilmesi
için, kişinin;
a) Belli bir icrai davranışta bulunmak hususunda kanuni
düzenlemelerden veya sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğünün bulunması,
b) Önceden gerçekleştirdiği davranışın başkalarının hayatı
ile ilgili olarak tehlikeli bir durum oluşturması
Gerekir.
(3) Belli bir yükümlülüğün ihmali ile ölüme neden olan kişi
hakkında, temel ceza olarak, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmi
yıldan yirmibeş yıla kadar, müebbet hapis cezası yerine onbeş yıldan yirmi yıla
kadar, diğer hallerde ise on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına
hükmolunabileceği gibi, cezada indirim de yapılmayabilir.
Bu yasa hükmü, sadece ölümle sonuçlanan ihmalî davranışlar
bakımından değil, bunun ötesinde diğer ihmalî suçlara da uygulanabilir bir
hükümdür. Bu durumda çalışma süreciyle bağlantılı olan somut olay ölüm,
yaralanma ya da diğer bir sonucun oluşmasına neden olmuş ise, işverenin
yükümlülüğünün kabulü gerekebilir.
Kuşkusuz, işveren yasal yükümlülüğünü, uzmanlıklarına göre
teknik elemanları görevlendirerek (örn. iş güvenliği uzmanları, mühendisler
vd.) yerine getirebililir. Ancak, yükümlülüğün bu yöntemle bir başkasına delege
edilmiş olması, işvereni yükümlülükten kurtarmaz. Ayrıca, işveren teknik
elemanların, işin gerektirdiği niteliğe sahip olup olmadıklarını, bunların
faaliyetlerini gerektiği biçimde yerine getirip getirmediklerini de denetlemek
zorundadır. Başka bir deyişle, işverenin uzman çalıştırması keyfiyeti de
yükümlülüğünden bağışık tutulması sonucunu doğurmaz. Çalıştırılan bu uzmanların
görevi, mevzuattan kaynaklanan yükümlülüklerinin yanı sıra işverene
yardımcı olmaktır. Özetle, işçinin işin gerektirdiği donanıma sahip olması,
talimatlara uyup uymadıklarının denetimi ve ayrıca iş güvenliği eğitimi gibi
sair hususların gözlemlenmesi işverenin yükümlülüğü kapsamındadır.
Bu noktada suçun oluşabilmesi için gerekli unsurlardan biri
olan sübjektif/manevi unsur üzerinde durmak zorunludur. Karşılaştığımız sonucu
salt bir rastlantı olmaktan çıkaran ve onun/failin cezalandırılmasını
gerektiren temel unsurdur. İşte kast veya taksir olarak tanımlanan budur.
İşverenin, yükümlülüğünü yerine getirmemesi nedeniyle oluşan tehlikeyi öngörüp
öngörememesine göre taksirin niteliği belirlenir. Uygulamada sıklıkla
rastlandığı üzere, işverenin üretim sürecini her koşulda devam ettirmeye yönelik
iradesi, diğer koşulların da eklenmesiyle olası kast ile hareket
etmiş olduğunu gösterebilir.
Öncelikle yukarıda belirttiğimiz gibi her türden “iş
kazasını” taksirli eylem olarak nitelendirme eğiliminden/önkabulünden
vazgeçilmelidir. Yargıcın üzerinde titizlikle durması gereken noktalardan biri
budur. Her olay somut koşulları içinde bu yönüyle irdelenmeli, sorgulanmalı ve
her kaza olayında taksirli suç peşin yargısından arınmış, nesnel değerlendirme
yapılabilmelidir.
Diğer bir husus da, usul kurallarına aykırı olarak suçun
manevi unsurunun varlığının tespitinin “kusurun belirlenmesi” amacıyla
bilirkişilere havale edilmesi yöntemidir. Uygulamada, ceza adaletinin
sağlanmasına engel olan yöntemlerden birisi de hukukçu ve teknik bilirkişilere
bırakılan kusur belirleme yöntemi ve bu yolla suçun oluşup oluşmadığına ilişkin
kast/taksirin varlığının bilirkişilerin takdirine bırakılmasıdır. Oysa çok
açıktır ki, bu nitelemenin yapılması yargıcın asli görevidir. Karını
yükseltmekten başka bir düşüncesi olmayan, her türlü iş güvenliği ve işçi
sağlığına ilişkin yükümlülüklerinden kaçınan ve üretim sürecinin olası
tehlikelerini işçiler aleyhine genişleten bir işverenin bütün bu eylemleri
yargıca suçun manevi unsuru yönünden çokça ipucu vermektedir. Yargıç bu noktada
bir değerlendirme daha yapmalı, bu kişinin yaşam ve başkasının vücut bütünlüğü
hakkı gibi konulara ilişkin davranışlarını hukukçu kimliği ile yorumlamalı,
kusurunun niceliğini belirlemelidir.
Özellikle iş hukuku pratiğinde sıklıkla karşılaşılan
diğer bir sorun ise, hukuken alt işveren-üst işveren adı ile ülkemizde yaygın
ve oldukça 'kullanışlı' bir sisteme dönüşen 'taşeronluk' konusudur.
Bu sistem tam bir aldatmacadan ibaret olup olayların gerçek sorumlularının
belirlenmesinde kuşku ve yanılsamaya sebep olmaktadır. Aslında hukuk, gerçeği
ortaya çıkarmayı amaçladığına ve bu yolla adaleti tesis etmek istediğine göre
bu türden aldatmacaların ardındaki durumları da çözebilmelidir. Yani, gerçek
sorumluların yargılanabilmesi ancak bu yaklaşımla olanaklıdır. Bu bağlamda,
yargıca düşen görev, alt işveren-üst işveren ilişkisinin kimi yasal
yükümlülüklerin perdelenmesinde kullanılıp kullanılmadığını, kendisine tanınan
geniş takdir yetkisi kapsamında irdelemek, soruşturmayı bu yönde
derinleştirmektir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Yönünden
Şunu artık çok iyi biliyoruz; cezalandırma tekelini elinde
bulunduran devlet, “cinayetleri” ve faillerini bulup ortaya çıkarma konusunda
ne denli isteksiz ise, bunları çoğunlukla kaza olarak niteleme ve yargıyı da
buna göre yönlendirme de o denli mahirdir. Böylesi durumlarda, evrensel insan
hakları hukukunun devreye sokulması işe yarar sonuçlar doğurabilmektedir. Bu
bağlamda ilk akla gelen yaşam hakkının korunması ilkesidir. Tutarlı kanıtlar
ortaya konulmak suretiyle bu ilkeden yararlanılabilir. İnsan hakları hukuku
çerçevesinde yaşam hakkı, kişinin yaşamını sürdürmesini güvence altına
alır. Yaşam hakkını koruma yükümlülüğü bakımından devletler, yalnızca idarenin
eylemlerinden değil, bireyler arası eylemlerden, dahası bu tür eylemlerin ulusal
mercilerce etkili bir şekilde soruşturulmasından da sorumludur.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinden
kaynaklanan pozitif yükümlülüklerden biri ölümle sonuçlanan olaylara ilişkin
devletin resmi makamlarınca etkin bir soruşturma yürütülmesidir. Bu yükümlülük,
sadece devlet görevlilerinin kasden veya taksirle sebep oldukları yaşam hakkı
ihlallerine münhasır olmayıp, meydana gelen her türlü yaşam hakkı ihlaline
ilişkin ortaya çıkan bir yükümlülüktür. Bir diğer ifade ile taraf devlet yaşamı
risk altında olan kişilerin hayatlarını gerektiği şekilde korumak amacıyla
etkin ve caydırıcı tedbirler almak ve önlemleri hayata geçirmekle ayrıca
yükümlüdür. Son olarak, taraf devletler, her türlü yaşam hakkı ihlali
açısından, etkin bir soruşturma yürütmekle yükümlü olup, her bir soruşturmanın
da gerek muhtevası gerekse de yürütülmesi açısından yaşamın sona ermesinden
sorumlu olan kişilerin tespiti ve cezalandırılması bağlamında etkin olması
gerekmektedir
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bir kararında;
“...Fakat cezai yargılamanın kapsamı çok sınırlı
tutulmuştur: Cezai hüküm yaşam hakkını koruma görevinin yerine getirilmemesinin
sorumluluğu tespit edilmeden sadece “görevi ihmal” ile sınırlı tutulmuştur.
Kazanın çok ciddi sonuçlarına rağmen; olaydan sorumlu tutulan kişiler en
nihayetinde “komik olarak nitelendirecek para cezalarına çarptırılmış üstelik
bunlar da ertelenmiştir:” denilmektedir.
Bu kararda, ulusal yargının verdiği kararın saygınlığının
derecesini görerek daha traji komik durumlara düşmemek için, etkin soruşturma
teknikleri ile ezberci uygulamadan kurtulup, her olayın özellikleri gözetilerek
objektif değerlendirme yapılmalı ve adil bir yargılamanın tüm gereklerini
yerine getirilmelidir. AİHM kararlarında, devletin ve yargı erkinin ölüm
olaylarını etkili bir biçimde soruşturması ve ölüme sebep olan kişileri
cezalandırması yükümlüğünün de yaşam hakkının içinde değerlendirildiğini
görüyoruz. Kuşkusuz “iş cinayetleri” olgusu sadece hukuksal yanıyla ele
alınabilecek bir olgu değildir, aynı zamanda gerçek sorumluların soruşturulması
ve yargılanmasına engel olmayan kararlı bir siyasal yaklaşımın varlığını da
gerektirmektedir.
Yararlanılan Kaynaklar
1. İş Cinayetlerine Hukuksal Bir Bakış, Dr. İzzet Mert
Ertan,Dr. Mehmet Cemil Ozansü, Güncel Hukuk Dergisi
2. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında
Yaşam Hakkı, Serkan Cengiz, TBB Dergisi,2011/93